20 Eylül 2008 Cumartesi

ANADOLU 1966. Anatolia

ANALARLA DOLU ANADOLU,
ANNEM VE ANADOLU FOTORAFLARI


Vatana Almanlar, İngilizler, Avustralya ve diğer anglo-saxonlar hep babavatan yani ‘Fatherland’ derler. Galiba Rus ve birkaç Asya ülkesinin dışında durum aynıdır.

Bizim niye böyle hitap ettiğimiz düşündürücüdür.

Göçer Türkmen aşiretleri dünyaya yayıldığı zaman, kadının toplum içindeki yeri önemli idi, karar mekanizmasında yerleri vardı ve aktif olarak harbi bile yönettikleri oluyordu. Kadın komutanlar vardı. Aynı zamanda, eğer koyunlar sağılmazsa, peynir ve yoğurt yapılıp, ekin toplanmazsa, ekmek yapılıp çocuklar beslenmezse en büyük ordularım ve hükümdarların sonu hüsranla biterdi. Atalarımız bunları biliyordu.

Şu anda taş yığınları içinde parksız bahçesiz yerlerde oturan bunu medeniyet zanneden yeni toplumuza nazaran doğa ve ağaç sevgisi çok köklü idi. Ağaç kesenin kafasını keserim diyen Fatih, mezarlarımıza ekilen ağaçlar, gelinler ve torunlar için miras olarak ekilen ağaçlar, toplumsal kültürümüzün parçası idi. Taşlaşma devrinden önce Mersin bunun en iyi örneği idi. Meyve bahçeli evler, üzüm asmalı oturma yerleri, çiçekler ve asmalı kahveler yaygın , görüntüsü de çok güzeldi. Açıkçası doğa ve vatan bizi besleyen, koruyan, serinleten, dinlendiren, sevecen saran bir kaynak idi. Herhalde o yüzden Anavatan diyorduk. Tabi bunlar, vatanı pazarlama, özelleştirmeden ve bunu vatanseverlik sayma devrinden önce idi. İnsan anasını pazarlar mı???.

Bir erkeğin taşırken zorlanacağı top mermisini taşıyan kadınlar, hasta çocuğunu emzirirken tüfek yüklü kağnıları itekleyen kadınlar, askere çorap örüp mermi dolduran kadınlar hep bu Anavatanın görüntüleri içindedir. Benim annem de bu Anadolu’nun geleneğinin devamı idi. Bursa nın, Osmanlının en eski ailelerinden olup, saray üleması, hattat, güreşçi ve bir yerde muhasebecisi olan Tesbihlizadelerdendi.

Bu paşazade hanımın özelliği nedir diye sorarsanız çok sade bir şekilde şunu söylerim. İlk önce Osmanlıca başlayan eğitimime, sonra dil devrimi ile Türkçe devam eden ve Atatürkün ilk öğretmenlerindendi. Kızım sen köyde ne yapacaksın evlen diyen geleneksel babasını, ne annesini, ne dayımı, nede evlendikten sonra babamı dinleyerek köylere gitti. Ben boşuna eğitim yapmadım diyordu. Üç sene mecburu hizmeti vardı on sene kaldı. Makine Kimyada çalışan babam silahla karla kaplı köy yollarında, kurtlardan sakınarak, ayda bir eve dönerdi. Bir kurt saldırısında, Smith Wessonun kurşuları bitince, korkudan köye girerken ekmek verip susturduğu çobanların Kangalları onu kurtarır.

Annem çamaşırları asarken kurtları köpek zannedip, hoşt diye bağırırken köylüler onu mavzerle korudular. At arabaları ve külüstür kamyonlarla evi taşırken aile yadigârı ziynet eşyası kayboldu. Okulu tavuk kümesi haline getiren mürteci bir sağlık memuru ile mücadele etti ve okulu temizleyip açtı. Önlüğü olmayan öğrencilere kendi az maaşı ile masa örtüsünden önlük dikti. Kız öğrenciler gelmeyince ilk önce kapı kapı dolaşıp cumhuriyet kanunlarını hatırlattı, sonra cami minaresinden bu kanunları anons edip davulla köy köy gezip kızlar sınıfları dolduruncaya kadar direndi. Kızlar okuyup ne olacak diyen aileler ile, tartıştı, ikna etti gerekirsede tehdit etti. Genç bir Kemalist kaymakamın yardımlarıda önemli idi. Kardeşimin doğumunu, yollar karla kaplı olduğu için köyde yapmaya çalıştı. Bebek ters ve tehlikeli geliyordu. Köyün hem ebesi hemde atların ve ineklerin doğumuna yardım eden yaşlı muhterem bir nine uzman cerrahları bile kıskandıracak şekilde karın üzerinden elle bebeğin yönünü değiştirdi ve rahat bir doğum oldu.

Atın bir küfesine beni diğerine kız kardeşim Neylanı koyup yolu olmayan köylere yol alırdık. Küfenin aralığından gördüğüm dağ köylerinin zengin dağ güzelliklerini sinema gibi seyrederdim. Beklide doğayı sevmeme bu anılar sebep oldu. Fakir Baykurt un ‘Bizim Köyde’ yazdığı çok fakir, hastalık ve yoksulluk dolu köylerde yıllarca çalıştı.

Önümde eski bir fotoğraf var. Küçücük, minyon bir genç kadın öğretmen etrafında kendi diktiği önlüklerle dolu, ayakları çıplak mutlu öğrenciler ışıl ışıl bakıyorlar.

1964 te Köy yaşantısına ve köy reformlarına ilgi artıp Ecevitin utopik köy kent projelerine ilgi artınca, bende ilk köy fotoğraflarını onun öğretmenlik yaptığı köylerde çektim. Beni çocukken tanıdıkları için çok zor olan kadın fotoğrafları bana sorun olmuyordu. Nuriye öğretmenin oğlu diyorlardı. Ayakta elek le buğdayı ve samanı ayıran kadın anneme mektup yazıp onu ağlatan öğrencisi idi.

Bu fotografı da en çok yabancı Hıristiyanlar sevdi ve devamlı satın aldılar. Merak edip sordum bu fotoğraf benim için önemli bir anı ama size ne veriyor? Cevap şaşırtıcı idi. İncilde böyle bir sahne ve ayet var. ‘ Separating chaf from wheat’ ayetinin fotoğrafı adeta diyorlardı.

Betonların ve çeliklerin içinde büyüyen köyü olmayan tarımı fabrika gibi olan toplumlar için sanki İncilin fotoğrafını çekmiştim. Koyun sağan kızlar, kara saban ve oraklar, çoban çoçuk (İsanın çocukluğu) aynı etkiyi uyandırıyordu. En çok fotorafları satın alanlar zengin Rumlar, Amerikalı Yunanlılar, Ermeniler ve Türkiye’yi tanıyan Museviler idi. Her halde dedelerinden ve ninelerinden gelen bir anılar zincirini ortaya çıkarıyordu. Hiç aklımın köşesinden geçmezdi iki bin sene öncesinin fotoğrafını çekmek.

Öteki öğrencilerden ayrı tutmamak için bende ayağı çıplak dolaşırken bir şey demezdi. Ankara’ya on sene sonra idealist bir müfettişin, yeter hanımefendi görevinizi fazlası ile yaptınız en iyi raporları alan öğretmensiniz, kendinizi kurslarla geliştirip daha önemli görevler almanız gerekir diye, zorlaması ile tayini çıkınca Ankara ya geldik ilk önce Mamak ve sonra en sosyetik okul olan Çankaya İlkokulunda işe başladı. Menderesin oğlu ve Celal Bayarın kızı öğrencileri arasında idi.

Kendisi ise tam kan CHP li idi. Menderes diktatörlügünün sonları yaşanıyordu onun hakkında da soruşturma açıldı. Masadında İnönünün imzalı fotorafı, portresi var diye.

Ben hala ayakkabılara alışamamıştım, yalınayak dolaşıyor ve elle yiyordum çok utanıyordu devamlı azar işitiyordum. Köyde eyersiz atlara binip davar peşinde koştuğum zamanları Kızılderili gibi mutlu ve özgür olduğum zamanları arıyordum.

Şehre geldiğimiz zaman, büyüyen kız öğrencileri ona mektup yazıyordu, oğlum askere gitti senin sayende haberleşiyoruz. Mahkememiz oldu dilekçeleri ben yazdım diye. Bunları okur ve ağlar idi. Ben hiç anlamazdım, niye ağlıyor derdim içimden. Otuz beş yıllık her safhada öğretmenlikten ve üniversite hocalığından sonra şimdi anlıyorum, öğrencilerin başarısı eğticiyi nasıl mutlu eder.

Kurtuluş savaşı sona ererken ordular Bursaya girdiler. Teyzem çok güzel bir genc kız olduğu için savaş boyunca bodrumda saklanmış. Annem küçük bir çocuk imiş. Yollara halılar serilmiş ve her kes bodrumundaki ambardaki yiyecekleri askerlere çıkarmış. Askerlerin girişini anlatırken, üstlerinin başlarının döküldüğünü ayaklarına çaput sarıldığını zayıf çelimsiz ama gözlerinin pırıl pırıl olduğunu anlatırdı. Biraz abartı var diye düşünürdüm. Tabi biz Kurtuluş Savaşını ütülü ve kolalı TV dizilerinden seyrettiğimiz için pek doğal gelmiyordu. O iki hava askerinin fotoğrafını görünce annemin ne dediğini kırk sene sonra anladım.

Dayım o zaman Osmanlının ilk denizalti kadrosu olarak Almanyanın Kiel limanında eğitim görüyordu. Almanyanın ve bizim maceracı yanlış savaşı maglubiyet ile bitince. Kielde Spartaküst ayanlamasına katıldılar ve ayaklanma bastırılınca İstanbula geri gönderildiler. Aynı ‘Das Boot’ filminde olduğu gibi, çökmüş ve işgal edilmiş bir ülke buldular. Daha Atatürk Samsuna çıkmadan önce, Teşkilatı Mahsusa adına Anadoluya silah kaçırma işinde komitacılara yardım ederken yakalandı ve limana çekilmiş Yavuz zırhlısının içine, altı ay hapis edildi. Kurşuna dizilmemesi bir şans işi idi, üç lisanı çok iyi biliyordu, mahkemeyi etkileyebildi.

Evet hayatımıza Ankara’da devam ettik. O hiçbir zaman ne öğretmenliği, devrimciliği ve sosyal aktivizmimi bırakmadı. Yaşlılar evinde gönüllü çalıştı. Eve bir fırın bir buzdolabı aldı. Yine okuma yazma bilmeyen yaşlıların gece kursunda öğretmenliğe devam etti. Cumhuriyet Bayramları okulun önünden geçerken duygulanırdı, okula girer anılarını anlatırdı. Genç öğretmenler onu tanımıştı, bayramları onu çağırmaya başladılar, İngiltere kraliçesi gibi karşılanırdı. Toplum bir köy öğretmenine göstereceği en büyük saygıyı gösteriyordu. Mersinli olmamasına rağmen yolda ayağa kalkıp selam edenler, evlerine misafir edenler, maaşını eline eve teslim eden banka müdürleri beni hep şaşırtır idi. Vatanını ve toplumunu sevdi ona seksen iki yaşına kadar hizmet etti, toplum da ona aynı sevgi ile karşılık verdi. Sonuna kadar laikliği savunmasına rağmen, Cuma günleri, bir gayri Müslim Yahudi Türk tüccarı arkadaşın Şamdan getirip hediye ettiği zarif tülü takar, Kuranı da rahatça Arapçadan okur idi.

Bu anıları ve biryerde Türkiye tarihinin parçasını, Kardeşlerimin sorumsuzca kaybettiği dedemin nadide elyazması hatları ve öğretmenlik fotoraflarını bulursam kitap haline getirmeye çalışacağım. Gelecek nesillere bir örnek olur. Ama bu olay anneme özel bir durum değildi Atatürk devrimlerini ve kurtuluş savaşını görmüş yaşamış çok sayıda devrimci kadroda bu inat bu mücadele var. Mersinde tanımaktan mutlu olduğum Nevit Kodallı daki aynı inancı yaşam içinde görüyorum. Sekseni çoktan geçmiş yaşlı hoca genç bir öğretmen gibi Adana Mersin arası koşuşturuyor, inandığı müziği ve eğitimi yaymaya çalışıyor. Sayıları azalmış olsa da onun gibi hala Atatürkün kültür askerlerini görmek mümkün. MFD de Tevfik amca sekseni aşkın dağ keçisi gibi kayaların üzerinden kısıtlı görme gücü ile zıplayak beni de geride bırakarak, koca şehrin tarihi evlerini tarayarak, fotoraf çekmeye devam ediyor.
O neslin enerjisi, inancı, dürüstlüğü ve azmi bizde olsa idi, şimdi Türkiye üç misli ileride olurdu. Yeni nesiller rehavet içinde, nutuksal ve törensel Atatürk hayranlığına devam ettiler.

Mitingler Cumhuriyete sahip çıkma, biraz umut veriyor. Tutucu güçler ile başa baş şehir, köy ve her alanda halk içinde çalışılarak mücadele edilmez ise gelecek umut verici olmayacaktır.

Nur içinde yat köy öğretmeni Nuriye Pınarcı. Tüm çağdaşlarınız ve arkadaşlarınız modern Türkiye’nin temelidir, yeni nesiller sizleri asla unutmayacaktır.


Kamil Pınarcı

Hiç yorum yok: